The Dark Half (1993)
“Bilinçaltınızda onun yaşamasını istediniz. Bunu gerçekten istediniz ve o da gerçek oldu”Yazdığı popüler romanlarındaki bir karakterin hayatını ele geçirmeye çalıştığı bir yazarın hikâyesi.Stephen King’in aynı adlı romanından senaryosunu George A. Romero’nun yazdığı ve yine Romero’nun yönettiği bir film. Sinemadaki sayısız King uyarlamalarından biri olan ama başarılı olanları arasında yer aldığı söylenemeyecek olan çalışma 1991’de çekilmiş olsa da yapımcı Orion firmasının finansal problemleri nedeni ile iki yıl sonra girebilmiş gösterime. Başta “serçe”li sahneleri olmak üzere kimi etkileyici anları olsa da ve belki yeni olmayan ama doğası gereği bir çekicilik barındıran yazarıın “alter-ego”sunun canlanması gibi çekici bir noktadan yola çıksa da, film Romero’nun ürkütücü başyapıtlarının yanına yaklaşamıyor pek. Genellikle düşük bütçeli küçük filmlerdeki başarısı ile tanınan yönetmenin burada büyük bir bütçe ile çalışması mı filmin çoğunlukla sıradan görünmesine neden olmuş bilmiyorum ama sonuç çok tatmin edici değil kesinlikle.Çocukluğundan beri yazar olmak isteyen, kendi adı ile yazdığı düzeyli eserleri pek ilgi görmeyen ama takma ad ile yazdığı ve vahşi bir katili konu alan popüler cinayet roman serisi ile başarı kazanan bir yazarı anlatıyor hikâye. Onun bu sırrını öğrenen bir adamın kendisine şantaj yapması üzerine sırrını kendisi açıklamaya karar veriyor ve sembolik bir törenle bu katil karakterini öldürerek mezara koymaya karar veriyor yayıncısının önerisi üzerine. Sonrasında gizemli cinayetler başlıyor şüpheyi yazarın üzerine çeken. Hikâyenin gerisi cinayetleri işleyenin kim olduğu ve arada yazarımızın başının içinde duyduğu kuş seslerinin ve zaman zaman görüntüye giren binlerce serçenin anlamı üzerine merak uyandıran bir şekilde ilerliyor. Bu merak uyandırma kısmında yer alıyor filmin problemlerinden biri. Hem yazarı hem cinayetleri işleyen karakteri canlandıran ve başarılı makyajın yardımı ile bu karakterlerin ikincisinde aslında tedirgin edici olmayı da başaran Timothy Hutton’ın trajedisi sanatçının oyunculuğunun da pek yükseltemediği bir düzeyde kalıyor ve olması gerektiği kadar etkileyemiyor seyredeni. Filmin sürprizi ise bir Stephen King eseri bağlamında düşünüldüğünde bile ikna edici değil ve bu nedenle beklenen etkiyi yaratamıyor. Kötü karakterin etkileyici ama hikâyeyi sürükleyecek güçte olmaması da filme zarar veriyor.Bir korku filmine, özellikle de gizem üzerine kurulu bir korku filminin hikâyesine pek uymayan düz bir sinema dili kullanmış George A. Romero ve çok başarılı birkaç sahne dışında çekici bir sinemasal tat da yaratamamış. Serçelerin olduğu tüm sahneler ki bunlarda görüntü yönetmeni Tony Pierce-Roberts’ın ciddi katkısını anmak gerek, çok başarılı. Örneğin finalde evin içinde binlerce serçenin yarattığı kıyametten etkilenmemek mümkün değil. Bu görsel başarısını tüm süresine yayamaması ve hikâyesinin tüm ilginç yanlarına rağmen yeterince sürükleyici olmaması filmi başarılı yapımların arasına koymaya engel oluyor ne yazık ki. King’in romanında da yer alan pipolu eksantrik yaşlı akademisyen kadın karakterinin başlıca örneği olduğu klişe karakterler de yardımcı olmuyor filme. Gerçeğe dönüşen rüyanın zaten pek başarılı olmayan görselliğinin bir de klişeye yakın bir hava taşıması da Romero’ya pek yakışmamış açıkçası.Yine bir King uyarlaması olan “Misery – Ölüm Kitabı”nda bir hayranı yazarın bir karakteri öldürmemesi için ne gerekiyorsa yapıyordu; burada ise karakterin kendisi bu sonuna kadar gitme işini üstlenmiş görünüyor. Ne var ki bu yapımların ilkinin çekiciliği yok burada ve film bir türlü belli bir düzeyin üzerine çıkamıyor. Yazarımızın ikiz çocuk babası olması, hikayenin başında verdiği bir ders sırasında öğrencilerine içlerindeki ikinci kişiliği serbest bırakmak üzerine bir konuşma yapması ve sürprizin ikiz olmakla bağlantılı olması gibi ortak bir temaya sahip unsurların birbirini bütünleyici bir şekilde kullanılamamış olmasını da filmin problemleri arasına eklemek gerekiyor. Peki bunca kusuruna rağmen filmi en azından “görülmesinde yarar var” kategorisine koyabilir miyiz sorusunun cevabı ise evet sanırım. Filme zarar verse de tüm o klişelerin (görsellik, karakter ve olay örgüsündeki) bir süre sonra hissettirdiği nostalji de önemli ama asıl olarak efektlerin yukarıda belirtilen final sahnesindeki kullanımı filmi seyre değer kılan. Kuşların bir adamı parçalayarak yok etmesi sahnesindeki beceriye şapka çıkarmak gerekiyor kesinlikle.